Hz. Ömer (r.a) 11
İkinci Raşid Halife. İslâm’ı yeryüzüne yerleştirip, hâkim kılmak için Resulullah (s.a.s) ın verdiği tevhidi mücadelede ona en yakin olan sahabelerden biri. Ömer (r.a), Fil Olayından on üç sene sonra Mekke’de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar savasından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir (Ibnül-Esîr, Üsdül-gâbe, Kahire 1970, IV,146). Babası, Hattab bin Nüfeyl olup, nesebi Ka’bda Resulullah (s.a.s) ile birleşmektedir. Kureyş’in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil’in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme’dir (bk. a.g.e. 145).
Kaynaklar Hz. Ömer (r.a)’in Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler. Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi (H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979, I, 210). Cahiliye döneminde Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin Sifare (elçilik) görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüsünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık Vasfi taşırdı (Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe, IV, 146).
Ömer (ra), sert bir mizaca sahip olup, İslâm’a karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (s.a.s)’i öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete geçmiş, ancak olayın gelişim sekli onun Müslümanların arasına katılması sonucunu doğurmuştu. Tarihçilerin ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (r.a)’in Müslüman oluşu söyle gerçekleşmişti: Ömer, Resulullah (s.a.s) ı öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym bin Abdullah ile karsılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sorduğunda o, Muhammed (s.a.s)’i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer’in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kız kardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi.
Kapıya geldiğinde içerde Kur’an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur’an sayfalarını sakladılar. İçeri giren Ömer (r.a), eniştesini dövmeye başlamış, araya giren kız kardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı. Kız kardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyleyerek kararlılığını bildirmesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’an ayetlerini okuyan Ömer (r.a), hemen orada imân etti ve Resulullah (s.a.s)’in nerede olduğunu sordu. O sıralarda Müslümanlar, Safa tepesinin yanında bulunan Erkam (r.a)’ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Resulullah (s.a.s)’ın Daru’l-Erkam’da olduğunu öğrenen Ömer (r.a), doğruca oraya gitti. Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabeler endişelenmeye başladılar. Zira Ömer silahlarını kusanmış olduğu halde kapının önünde duruyordu. Hz. Hamza: “Bu Ömer’dir, iyi bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi varsa, onu öldürmek bizim için kolaydır” diyerek kapıyı açtırdı.
Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)’in iki yakasını tutarak; “Müslüman ol ya Ibn Hattab! Allah’ım! Ona hidayet ver!” dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i şahadet getirerek iman ettiğini açıkladı. (İbn Sa’d, Tabakatu’l Kübra, II, 268-269; Üsdül-gâbe, IV, 148-149; Siyûtî, Tarihu’l-Hulefa, Beyrut 1986, 124 vd.) Rivayetlere göre Ömer (r.a)’in Müslüman oluşu, Resulullah (s.a.s)’ın; “Allah’ım! (cc) iki Ömer’den biriyle İslam’ı takviye eyle” diye dua etmesinin sonucudur. İki Ömer’den kasıt, Biri Asıl adı Amr bin Hişâm olan, önceleri Ebû’l-Hakem künyesiyle anılan, sonralarıysa, Ebu Cehil lakabına müstahak olan mel’un… Diğeri de Aşereyi Mübeşşere’nin ikincisi olan adalet timsali Ömer bin Hattab (ra). (Ibnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Bagdat t.y., II, 518; Ibn Sa’d, ayni yer; Suyûtî, a.g.e., 125).
Ömer (r.a), risaletin altıncı yılında Müslüman olmuştur. O, iman edenlerin arasına katıldığı zaman Müslümanların sayısı yetmiş seksen kişi kadardı (İbn Sa’d, ayni yer).
Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden dolayı Müslümanlar, Beytullah’a gidip namaz kılamıyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardı. Ömer (r.a) Müslüman olunca doğruca Beytullah’ın yanına gitti ve Müslüman olduğunu haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere karşı savaşını sürdürerek onların, Müslümanlara gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç Müslüman’la birlikte herkesin gözü önünde Beytullah’ta namaza durdu. Onun bu şekilde saflarına katılması Müslümanlara büyük bir moral desteği sağlamıştı. Abdullah bin Mes’ud’un; “Ömer’in Müslüman oluşu bir fetihti” (Üsdül-gâbe, IV,151; Ibn Sa’d, a.g.e. III, 270) sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî’nin İbni Abbas’tan tahric ettiği bir hadise göre, Müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (r.a) olmuştur (Siyûtî, a.g.e. 129). Ömer (r.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karsı açık ve net bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler, şecaat ve kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataşmaya cesaret edemiyorlardı.
Müslüman olduktan sonra sürekli Resulullah (s.a.s)’in yanında bulunmuş, onu korumak için elinden gelen gayreti göstermiştir. O, iman ettikten sonra müşriklere karsı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak savunmuştur. İslâm tebliğinin yeni bir veçhe kazanması için Medine’ye hicret emrolunduğu zaman Müslümanlar Mekke’den gizlice Medine’ye göç etmeye başladıklarında, Hz. Ömer, gizlenme ihtiyacı duymamıştı. Ömer (r.a), beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Ali (r.a) onun hicretini su şekilde anlatmaktadır: “Ömer’den başka gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâ’be’ye gitti. Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe’nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâbe’yi yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim’de iki rekât namaz kıldı. Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; “Yüzler pisleşti. Kim anasını evlatsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadide beni takip etsin” dedi. Onlardan hiç biri onu engellemeye cesaret edemedi (Siyûtî, a.g.e. 130). Bunun içindir ki İbni Mes’ud; “Onun hicreti bir zaferdi” (İbni Sa’d, Üsdül-gâbe, IV, 153) demektedir.
Ömer (r.a), Medine dönemi boyunca İslam’ın yücelisini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (s.a.s)’in önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (s.a.s) onun bu durumunu su sözüyle ifade etmekteydi: “Allah, hakki Ömer’in dili ve kalbi üzere kıldı” (Üsdül-gâbe, IV, 151).
Ömer (r.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış, bunların başında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri Hicretin yedinci yılında Havazinliler’e karşı gönderilen seriyedir.
Ömer (r.a), bütün meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı; müşriklerin, İslâm’a karşı olan saldırılarını hazmedememe konusundaki hassasiyeti; bazı kararlara şiddetle karsı çıkmasına sebep olmuştur. Hudeybiye’de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı çıkısı bunlardan biridir. Ancak o, Resulullah (sav) ın, Allah Teâlâ’nın gösterdiği doğrultuda hareket etmekten baksa bir şey yapmadığı uyarısı karsısında, hemen kendini toparlamış ve olayın gerçeğini kavramıştı.
Resulullah (s.a.s)’in vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Ebubekr Sıddık (ra) ın halife seçilmesiyle izale edilmesinde Ömer (ra) büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir’in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer (r.a) olmuştur.
Ebubekr Sıddık (ra) vefat edeceğini anladığında, Hz. Ömer’i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş ve bu düşüncesini bazı sahabelerle istişarelerde bulunmuştu. Herkes Ömer (r.a)’in fazilet ve üstünlüğünü kabul etmekle beraber, onu bu is için biraz sert mizaçlı buluyorlardı. Hatta Talha (r.a) ve diğer bazı sahabeler ona; “Rabbin seni Ömer’i halife tayin ettiğinden dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin? Bilirsin ki Ömer oldukça sert bir kimsedir” demişlerdi. Hz. Ebû Bekir onlara; “Derim ki: Allah’ım! Kullarının en iyisini onlara halife yaptım” karşılığını vermişti. Sonra da Hz. Osman’ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer’i halife tayin ettiğini yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak insanlardan kâğıtta yazılı olan kimseye bey’at edilmesini istedi. Oradakilerin bey’at etmesiyle Ömer (ra) II. Raşid halife olarak is başına gelişi gerçekleşmiş oldu (Üsdü’l-gâbe, IV,168-199; İbn Sad, III, 274 vd.; Suyûtî, 92-94).
Hz. Ömer Döneminde İslam Devleti ve Fetihler
Resulullah (s.a.s)’in sağlığında Arap yarımadası İslâm’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek Müslümanlarla bütünleşmişlerdi.
Bunun peşinden Resulullah (s.a.s), İslam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde bir set teşkil eden, müşrik zalim güçlerden biri olan Bizans imparatorluğuna karsı askerî seferleri başlatmıştı. Ebu Bekr (r.a), Resulullah (s.a.s)’in vefatından hemen sonra ortaya çıkan Riddet hareketlerini bastırdıktan sonra, Bizans hâkimiyetindeki topraklara askerî akınlar başlatmış, öte taraftan çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran imparatorluğuna karsı da askerî faaliyetlere girişmişti. Hz. Ömer (r.a)’in üzerine düsen, bu siyaseti devam ettirmekten ibaretti. Hz. Ömer bir taraftan Suriye’nin fethinin tamamlanması için gayret gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular sevk ediyordu. Kadisiye savasıyla İran ordusu hezimete uğratılmış ve Kisrâ, saraylarını İslam ordusuna terk ederek doğuya kaçmak zorunda kalmıştı. Peş peşe gönderilen ordularla İran’ın bazı bölgeleri savaş ile bazı bölgeleri de sulh yoluyla İslam’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Muğîre bin Şu’be, Azerbaycan’ı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi fethedilen yerler arasındaydı.
Suriye’nin fethi tamamlandıktan sonra bu bölgedeki askerî harekât batıya doğru kaydırıldı. Etraftaki şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına alındı. Şehirdeki Hıristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda barış istemek zorunda kaldılar. Ancak, komutanlardan çekindikleri için Şart olarak şehri bizzat halifeye teslim etmek istediklerini bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde tarafından bir mektupla Hz. Ömer (r.a)’a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine’den komutanlarıyla buluşmayı kararlaştırdığı Cabiye’ye doğru yola çıktı. Cabiye’de yapılan bir anlaşmadan sonra Hz. Ömer, bizzat Kudüs’e kadar giderek şehri teslim aldı (H.16-M. 637). Hz. Ömer (r.a) kısa bir müddet Kudüs’te kaldıktan sonra Medine’ye geri döndü.
Bu arada İran cephesinde durumlar karışmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi. Hicri 21 yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan da dâhil olmak üzere, Horasan’a kadar bütün İran toprakları İslam devletinin sınırları içine alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.
Öte taraftan Amr b. el-As, hazırlayıp uygulamaya koyduğu harekât planıyla Mısır’ı fethetmeyi basarmış, Müslümanları Mısır’dan geri püskürtmek için İskenderiye’de hazırlıklara girişen Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti (H. 21). Böylece Suriye’den sonra, Mısır’da da Bizans’ın hakimiyetine son verilmiş oluyordu (Sibli Numanî, Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi, Terc. Talip Yaşar Alp, İstanbul t.y. I, 285-286).
İslam ordularının fethettiği bölgelerdeki halk, Müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde Islama giriyorlardı. Asırlarca Bizans ve İran devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan topluluklar İslâm’ın kuşatıcı merhameti ile yüz yüze geldiklerinde Müslüman olmakta tereddüt göstermiyorlardı. Kendi dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı.
Hz. Ömer, bir taraftan İslâm’ın insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için ordular sevk ederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış bulunan devleti teşkilatlandırmaya çalışıyordu.
Hz. Ömer’den önce, orduya katılan askerler ve bunlara dağıtılan paralar belirli defterlere yazılıp kayıt altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olur, gelir ve giderlerin hesabi yapılamazdı. İlk zamanlar buna pek ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş ve bu geniş coğrafya içerisinde devletin etkinliğini sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması zarureti doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının tutulduğu ve fay ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği “divan” teşkilatını kurdu.
Ayrıca, Suriye ve Irak’ta bulunan divanlar varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler. Suriye ve Irak’taki divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından kalma idiyse de, onun Medine’de tesis ettiği divan hiçbir yabancı tesir söz konusu olmaksızın, ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için kurulmuştur. Hz. Ömer, feyden elde edilen gelirlerden verdiği atiyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur.
Hz. Ömer, yargı (kaza) İslerini bir düzene koymak için valilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe’ye, Şureyh bin el-Haris’i, Mısır’a da Kays bin Ebil-As es-Sehmî’yi kadı tayin etmiştir. Onun Medine’deki kadısı Ebu Derda (r.a) dır. Bu dönemin tanınmış kadılarından birisi de Ebu Mûsa el-Eşari’dir. Hz. Ömer, tayin ettiği kadılara, görevlerini ne şekilde ifa etmeleri gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve dışına çıkmamalarını tembihlerdi (Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 176-177).
Hz. Ömer (r.a)’in, üzerinde titizlikle durduğu ve asla müsamaha göstermediği en önemli konu adalet meselesiydi. O, mevki, rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasında bir fark yoktur.
O, her tarafta adaletin eksiksiz yerine getirilmesi, muhtaç ve yoksul kimselerin gözetilmesi için ülkenin en ücra köselerindeki durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân oluşturmaya çalıştı. O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş, Hıristiyan ve Yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.
Devletin temel görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır. Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur’an-i Kerim’i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarf etmiştir. İslâm’ın, Müslüman olan insanlara öğretilmesi ve tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için sahabelerden ve diğer âlimlerden istifade etmiş ve onları değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur’an, Hadis ve Fıkıh öğretimi ile uğrasan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında camiler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin tane cami yapılmış olduğu rivayet edilmektedir (Ahmed en-Nedvi, Asrı Saadet, Terc. Ali Genceli, İstanbul 1985, I 317). İlk defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında ihtiyaç duyulmuş ve böylece Hicret esas alınarak oluşturulan takvimle devlet İslerinde tarihleme açısından ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır (H. 16).
İslâm devleti, bağımsız bir devlet olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı kaynaklıydı. Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye ve Mısır taraflarında da Bizans dinarları tedavülde bulunmaktaydı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye başlanmamış olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde getirmekteydi. Hz. Ömer’in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale etmemesi düşünülmezdi. O, Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü. Ayrıca Halid b. Velid’in Taberiye’de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği de bilinmektedir (Hassan Hallâk, Dirâsât fî Tarihil-Hadâretil-İslamiye, Beyrut 1979, 13-15). Hz. Ömer (r.a), İslâm devletinin dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakin yerlerde bulundurabilmek için ordugâh şehirler tesis etmiştir. İran ve Hindistan taraflarından gelebilecek deniz akınlarına karşı Basra ordugâh şehri kuruldu. Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tespit edilmiştir. O, bu iş için Utbe bin Gazvan’ı görevlendirmişti. Utbe, sekiz yüz adamıyla o zaman boş ve ıssız olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında Basra şehrinin inşasına başladı.
Sa’d bin Ebi Vakkas, Kadisiye’de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı. Onun ordusu Medâin’de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap askerlerin sağlığını olumsuz yönde etkilediği anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa’d’a iklim bakımından uygun ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada bir şehir kurması talimatını verdi. Bu is için görevlendirilen Selmân ve Huzeyfe, Kûfe mevkiini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugâh şehir, kırk bin kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa edildi.
Amr bin As, (ra) Mısır’ı fethettikten sonra İskenderiye’yi karargâh edinmek için Hz. Ömer (r.a)’den izin istedi. Hz. Ömer (r.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için Kendisiyle Mısır’daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını kabul etmedi. Amr, Nil’in doğu yakasına geçerek burada Fustat adli şehri kurdu (H. 21). Bu ordugâh şehirlerinden başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.
Hz. Ömer’in idare anlayışı
Hz. Ömer, toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman Müslümanların görüşüne başvurur, onlarla istişare ederdi. O “istişare etmeden uygulamaya konulan İsler başarısızlığa mahkûmdur” demekteydi. İstişarede takip ettiği yöntem suydu: Önce meseleyi Müslümanların ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür, peşinden Kureyşliler’in düşüncesini sorar, son olarak da sahabelerin görüşlerini alırdı. Böylece en isabetli fikir ortaya çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, Müslümanların yaptığı İslerde bir hata gördükleri zaman kendisini uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup, zimmî statüsünde bulunan kimselerle alâkalı İslerde de onların görüşlerine başvurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer’in adalet anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların varsa gizledikleri problemlerini dahi öğrenip çözümlemek için gece-gündüz uğraşıp dururdu. O bu hassasiyetini: “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah (cc) bunu Ömer’den sorar diye korkarım” sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden uzak bölgelerde halkın durumunu yakından görmek için seyahatler yapma yoluna gitmişti. O, insanların çeşitli dertlerini uzak diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri dolaşmasına rağmen başka yerlere gitmeyi tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına yetmemişti. İslâm tarihinde adaletin timsali olarak yerini alan Hz. Ömer (r.a) hakkında rivayet edilen su olay onun bu sıfatla bütünleşmiş olduğunun en açık delilidir.
Muhammed Özkılınç